× Ana Sayfa Hizmetler Hakkımızda Uzman Bul Terapötik Etkinlikler Eğitimler Yazılar Bize Katılın
  • Bize Ulaşın
    Terapi Merkezim  >  Tolstoy Hayatı ve Hayat Görüşü

    Tolstoy Hayatı ve Hayat Görüşü

    Leo Tolstoy’un gençlik yıllarında, ahlaki ve ruhsal gelişiminin bir kaydıydı; günlüğünün sayfalarında kendi üzerine çalışıp, amacını bulmuştu. Yaşlılık döneminde ise günlükleri, Tolstoy’un, varoluşunun anlamı üzerine doğrudan kafa yorma aracı haline geldi; zira uzun, kusurlu ama capcanlı bir hayattan derlenmişti.  Tarihin en ünlü yazarlarının bazıları günlük tutmanın faydalarını savunur ancak hiçbiri Leo Tolstoy  gibi bunu büyük bir açlıkla yapmamıştır.
    
    “Neden yaşamalıyım? … Hayalî ve tahrip edilebilir hayatımdan hangi gerçek ve yıkılamaz öz gelecek?”  İstediğiniz her şeye sahip olsaydınız ama hayatınızın bir anlamı olmasaydı yine de hayat yaşamaya değer miydi? “Hayatın anlamı nedir?” gibi varoluşsal soruları kendine sordu.Anılarında anlam arayarak, yaşamanın kurtarıcı gerekliliğini inceledi ve buna yönelik olarak şöyle yazdı:
    
    “Kötülük yok. Hayat bir nimet. Eğer öyle değilse, bil ki bunun sorumlusu sensin ve hatanı düzeltmek, hatanı düzeltmenin neşesine sahip olabilmek (en büyük nimet) için sana yeterli zaman verildi. Zamanın tek nedeni budur. Hatanı düzeltmezsen eğer, sen istemesen de ölüm tarafından düzeltilir hatan. Evet, hayat bir nimettir. Kötülük yoktur. Yalnızca bizim hatalarımız, genel hatalarımız ve kişisel hatalarımız vardır ve onları düzelttiğimiz sürece mutlu olabiliriz. Hataların düzeltilmesi en büyük sevinç.’’
    
    Tolstoy’dan otuz yıl önce, onun memleketlisi ve çağdaşı olan Fyodor Dostoyevski, kendi günlüğünde benzer bir düşünceyi dile getirmiş ve neden kötü insan olmadığı üzerine düşünmüştür. Onun gibi Tolstoy da hatalarımızın ve zararlı davranışlarımızın kötü doğamızdan değil de, kalbimiz ve zihnimizden gelen kötü alışkanlıklar olduğunu düşünür.
    
    “Akıl ve sevgi, insan doğasının gerekliliklerini tanımlar… Akıl ve sevginin gereklilikleri, alışkanlığın gerekliliklerine tabi kılınmamalıdır. Tam tersi, akıl ve sevginin gerekliliklerine dayanarak alışkanlıklar edinilmelidir.”
    
    Tolstoy, Martin Luther King, Jr’dan yarım asır önce onunla aynı düşünce çizgisinden giderek insan hayatına yön verici güç olan sevgi üzerine yazmıştı:
    
    “Hayatımız bir tatmin arayışıdır. Sağlık, servet, cinsel aşk, şöhret, şeref, güç gibi vücudun isteklerini tatmin eden fiziksel mutluluklar vardır. Tüm bu tatminler; 1) bizim kontrolümüzün dışındadır, 2) her an ölümle elimizden alınabilir ve 3) herkes tarafından erişilebilir değillerdir. Ancak başka bir tatmin türü vardır: Maneviyat, başkalarına duyulan sevgi; 1) her zaman kontrolümüzdedir, 2) ölümle elimizden alınamaz ve sevgiyle ölebiliriz, 3) herkes için erişilebilir olduğu gibi, bunun için ne kadar çok insan yaşarsa o kadar çok sevinç olacaktır.’’
    
    Tolstoy şunları da ekliyor:
    
    “En iyi bildiğimiz şeyin en az anladığımız şey olması garip değil mi? Veya daha doğrusu, hakkında hiçbir şey anlamadığımız şey, en iyi bildiğimiz şeydir: Ruhumuz.”
    
    Otobiyografisi olan İtiraflarım (1882)’da, anlam sorusuna tatmin edici bir yanıt bulamadığı sürece “yapabileceğim en iyi şey, kendimi asmaktır” diye yazmıştır. On dokuzuncu yüzyılda, anlam sorununu kendi ifadesine layık olacak kadar belirgin kılan bir şeyler havada asılı kalmış gibi görünüyordu. Friedrich Schlegel ve Novalis’in on dokuzuncu yüzyılın başında der Sinn des Lebens [hayatın anlamı] ifadesini kullanmasıyla Alman Romantikleri bu konuda ilk hamlede bulunmuş gibi görünüyordu. Onlar sadece Carlyle üzerinde değil, aynı zamanda Søren Kierkegaard ve Arthur Schopenhauer –ve Schopenhauer aracılığıyla Friedrich Nietzsche– üzerinde de önemli bir etkiye sahiptiler ve hepsi de bu ezoterik ifadenin bugün varoluşsal sorular için kullanılan olağan bir ifadeye dönüşmesinde kilit rol oynuyorlardı.
    
    Tolstoy, günlüğüne “dünyadaki yaşamın verebilecek hiçbir şeyi yok” diye yazmasından sadece birkaç ay önce ansızın varoluşsal bunalım tarafından altüst edildiği sıralarda hem Tolstoy’un fizik hakkında okumalar yapması hem de yerçekimi ve ısı gibi kavramlar ile bir “hava sütununun nasıl basınç uyguladığı” üzerine kafa yorması tesadüfi değil gibi görünüyor. Doğanın katı kuralları hakkında kavrayışı arttıkça aşkın olana inancını daha da kaybetmişti. “Bütün bilimlerde aradım” ancak “istediğimi bulmak bir yana, benim gibi hayatın anlamını bilgide arayan herkesin hiçbir şey bulamadığına ikna oldum” diye belirtiyordu. Doğanın mekanik kuralları tarafından yönetilen bir dünyada artık amaca yer yoktu...
    
     Dostoevsky ve Leo Tolstoy aynı dönemde yaşadıklarını biliyoruz fakat acaba tanışmışlar mıydı? 
    
    Kulağa tuhaf gelse de Dostoevsky ve Tolstoy, şahsen tanışmıyorlardı. Yazarlar ve eleştirmenler arasında tanınıyor, ikisi de birbirinin eserlerine saygı duyuyorlardı – fakat hiç tanışmamışlardı!  “Savaş ve Barış” yayınlandığında Dostoyevski bu eserden çok etkilenmiş, Tolstoy ile tanışmak istemiştir. Dostoyevski, Puşkin anıtının açılışı için Moskova’ya gelmişti.8 Haziran’da Puşkin üzerine yaptığı ünlü konuşmada herkesi konu hakkındaki derinliği ve gücüyle büyüleyen Dostoyevski’yi dönemin bütün ünlü yazarları dinlemişti – Tolstoy hariç.Ancak aynı yıl Tolstoy, Dostoyevski’nin “Ölü Evinden Anılar” adlı kitabını okumuş ve ondan o kadar etkilenmişti. Bir yıl sonra (1881’de) Dostoyevski vefat edince Tolstoy, bundan büyük bir üzüntü duydu. Şahsi bir mektubunda şöyle yazmaktadır:
    
    “Bu adamı ne gördüm ne de onunla herhangi bir bağlantım oldu ama bir anda ölünce, onun bana en yakın, en değerli kişi olduğunu ve varlığına en çok ihtiyaç duyduğum insan olduğunu anladım… Onu arkadaşım olarak görüyorum, şüphesiz ki bir gün tanışacağız…”
    
    
    Tolstoy ve Shakespeare
    Öte yandan, Aristokrat bir ailede doğan,  Savaş ve Barış’ın yazarı Tolstoy, küçük yaşlardan itibaren  Hamlet‘i ve Macbeth’i okumuş olmasına rağmen arkadaşları ve aile üyeleri arasında bu eserleri gerçek birer başyapıt olarak görmeyen tek kişi olması onun canını sıkıyordu. Shakespeare’in komedi anlayışı ona “keyif” vermiyordu ve yaptığı kelime oyunları onun için “zevksiz”di. Tolstoy’a göre Shakespeare’in o şatafatlı diyaloglarına gerçekten uygun olan tek karakter ise sarhoş Falstaff’tı.olstoy, Shakespeare’i yaşlandıkça takdir edebileceğini düşündü ancak 75 yaşında onun eserlerini yeniden okuduğunda yine etkilenmemişti. Artık bu eserlere dair eleştirilerini yazıya dökmeye karar verdi. Tolstoy’un doğumundan birkaç yüzyıl önce ölen Shakespeare, doğal olarak kendisiyle ilgili suçlamalara cevap veremedi. 
    Neyse ki Shakespeare’in hemşehrisi İngiliz yazar George Orwell, neden Shakespeare okumamız gerektiğine dair Tolstoy’a, ikna edici bir argüman sunan bir cevap yazdı. Orwell, bir sanatçının iyi mi yoksa kötü mü olduğuna karar vermenin imkânsız olduğu fikrinden yola çıkarak Tolstoy’un muhakemesindeki hataları ortaya çıkardı.Orwell’e göre en korkunç olanı ise Tolstoy’un, Shakespeare’i bir şair olarak değil de bir nesir yazarının ilkeleriyle yargılamasıydı.